[ Tasavvuf Sohbetleri 2 ]




 




"Tarikattaki ihlas Meşâyih'e teslim olmaktır."

 

Hoş geldiniz. Feyiz getirdiniz, nûr getirdiniz, muhabbet getirdiniz. Allah feyzinizi artırsın. Allah nûrunuzu artırsın.

Feyiz: Allah sevgisi. Allah sevginizi artırsın.
Nûr : İbadetle, amelle olur.
Allah ibadetle, amelle nûrlandırsın.
Sizi buraya muhabbetiniz getirdi. Allah muhabbetinizi artırsın.

Günden güne derdim artar
Varsam Lokmâna Lokmâna.

Lokman: Mürşidimiz, tarîkatımız.

Bu bir evliyaullah kelâmı. Burada neyi ifade ediyor?

Zâhirde insan derdim artsın diye gitmez doktora. Derdinden kurtulmak için gider. Bu tasavvuf kelâmı. Manevî dert var bizde. Bu derdin artması gerekiyor. Artar, artar dert çoğalır. Neticede dert bunu bitirir.

Bizim tarîkatımız sohbet tarîkatıdır. Buraya muhabbetle, iyi niyetle sohbete geldiniz, her bir insanın maddi manevî müşkülleri sohbette çözülür. Sohbette rahatlık vardır. Sohbette ferahlık vardır. Sohbet bir taraftan maddi sıkıntıları giderir. Bir taraftan da manevî dertleri yani Allah'a olan sevgisini, Allah'a olan inancını, Allah'a olan ihlâsını artırır. Biz Allah'a ne ile yaklaşacağız? İtaat, ibadet ve sevgi ile yaklaşacağız. İtaatsiz, sevgisiz Allah'a yaklaşılmaz.

Bir insanda, Allah korusun Allah sevgisi olmazsa, itaat etmezse, ibadet etmezse Allah'tan uzaklaşıyor. Uzaklaşınca karanlıklara düşüyor, mihnete, meşakkate düşüyor. Allah'a yaklaştıkça ferahlıyor, rahatlıyor, aydınlığa ulaşıyor. Bu da rûh ile oluyor. Ceset ne olacak? Ceset çürüyüp gidecek. Bizde önemli olan rûh, Allah'a itaat etmekle, ibadet etmekle, Allah'ı zikretmekle rûh Allah'a yaklaşır. Allah'ın göndermiş olduğu Kur'ân'a inanıp tabî olmakla, Allah'ın bize göndermiş olduğu Peygamberine inanmakla yaklaşır.

Bir müslümanın imanının tamam olması için Amentünün altı şartı var. Ama sadece inanmak değil, icraatını da yapmak gerekiyor.

"Amentü billahi" (Ben Allah'a inandım), Allah'a nasıl inanacağız? Allah gaibtir. Bütün görülen, görünmeyen bu kâinattakileri görüyor. Bir de  dünyada görünmeyenler var. Sonra yerin altında da neler var. Allah neler halk etmiş... Biz sadece yeryüzünü görüyoruz. İlim yeraltında ve semâlarda neler keşfediyor! Ama ne kadar keşfetseler Allah'ın bildiği kadar bilemezler. Çünkü herşeyi, künhünü Allah'ın zatı bilir. Evet ilim vardır. Ama ilimden mana Allah'ı bilmektir. Cenâb-ı Hak ne buyuruyor: "Sizin bileniniz ile, bilmeyeniniz bir değildir." (Sure-i Zümer, 9. ayet).

Bilenle bilmeyen farklıdır. Ama bir kültür ilmi var. Bir de din ilmi var. Kültür ilminde tahsil yapılıyor. Doktora yapılıyor. Bunlar ilim adamı oluyor. Bir de din ilmi var. Önemli olan din ilmi. Kültür ilmi ne kadar olursa olsun. Kültür ilmi ile uzaya çıkarlar, Ay'a çıkarlar. Bunların ilimleri ancak dünyada. Bunları ilimleri, kurtarmaz cehennemden. Kurtulmak için "Lâ ilâhe illallah" diyecek, inanacak. Bütün İslâm'ın şartı da bunun içerisindedir. Evet İslâm'ın beş şartı var: Savm, salât, hac, zekât, kelime-i şehadet. Dili "Lâ ilâhe illallah Muhammedür Resulûllah" diyecek. Ama kalbi de buna inanacak, imanla, ikrarla tasdiklenecek ki onda icraat olsun. Hak'tan âyan bir nesne yok. Bu nesnelerden aşikâr Allah ama gözsüzler göremiyor O'nu. Kim gözsüzler? Basiret gözünü açamayanlar. İnsanlarda basiret gözü var, kalp gözü var. Baş gözü var, Kalp gözü var. Cenâb-ı Hak öyle buyuruyor: "Biz insanlarda dört tane göz hâlk ettik, ikisi başında, iki kalbinde."  Bütün görünenlerden daha aşikâr Allah. Ama kime? Kalp gözü açılanlara. Eşya ayna olur. Buna insan ne ile ulaşır? Tarîkatla. Tarîkat olmazsa hakikate geçemez. Tarîkatın da sadece sûretinde kalmayacak. Onun da özüne geçmek lâzım. Tarîkat kelâmı:

Söz ile her kalbe doğmaz ledünnî
Bütün azaların dil olmayınca
Nefs-i emmârenin bilinmez fendi
Gönül şehri Bahr-i Nîl olmayınca


Ledünnî İlmi: Bâtın ilmi demek. Bâtın ilmi kalbinden açılırsa, bir insanın kalp gözü de açılır. Kalp kulağı da açılır. Kalp gözü açılanlar aşikâr görür.

Onun için ne diyor:

Dertli bilir dertli hâlinden

Demek ki insanların baş dili var. Kalp dili var. Baş kulağı var. Kalp kulağı var. Bunlara inanmak lâzım. Eğer bir insan tarîkatı yaşarsa hakikate geçer. Hakikate geçemeyince bu sıfatları elde edemez.

Tarîkatın yaşanması için tarîkatın dört şartının elde edilmesi lâzım. Bir de tarîkatı yaşamak için mürşidini kendine örnek edineceksin. Her hareketini, her sözünü, her işini örnek edineceksin. İşte "Râbıta" budur. Bizim tarîkatımız râbıta tarîkatıdır.

Râbıta-yı hayâl: Mürşidini hayal etmek. Nasıl hayal edeceksin? Yediğini hayal edeceksin. İçtiğini hatırlayacaksın. Konuştuğunu hatırlayacaksın. Hayal edeceksin. Mümkünse çay içtiğin zaman şeyh efendinin içtiğine benzeteceksin çayı. Yemek yediğini görmüşsen O'nun yediği gibi yemeğe çalış. Namaz kılarken onun kıldığı gibi kılmaya çalış ki işte bu insibah oluyor. "Râbıta-yı hayal" oluyor. Sonra hayalden nakşa geçiliyor. Kendini O'na benzetmeye çalışa çalışa bir de bakıyorsun ki sen O olmuşsun. O da sen olmuş. Şeyh Efendim çayını şöyle içiyordu diye çayı içe içe birgün de bakıyorsun ki sen içmiyorsun çayı O içiyor. Bunlar haktır. Vallahi haktır. Billahi haktır. Bizde râbıta çok önemli. Râbıta ise ikidir:

1- Râbıta-yı nakş-ı hayal.
2- Râbıta-yı nakş-ı cemâl

"Râbıta-yı nakş-ı hayal" bizim irademizde. Bizim emrimizde. Ama "Nakş-ı cemâl" O'ndan doğacak. Biz elimizde olan hayâlî yapa yapa bir meleke meydana geliyor. Sıfat meydana geliyor. Nasıl ki Mecnun "Leylâ Leylâ " diye diye kendisi olmuş Leylâ. Eşya olmuş Leylâ. Madem ki Allah bize bunu nasip etmiş. İnandık yaşayalım. Yaşamadan inancımıza ulaşamayız.

Şeriat da böyle. Tarîkatıda böyle yaşamak mecburiyeti vardır.

Şeriatta "Edille-i Şerriye" vardır. Yaşamak mecburiyeti vardır. Tarîkatta da tarîkatın şartları var. Eğer tarîkatın şartlarını yaşıyorsan sendeki kötü ahlâklar zamanla silinip gidiyor. Kelâm-ı kibâr:

Yeter ey murg-ı cân gülşane gel gel
Gül açıldı baharistana gel gel
Marîz isen belâ bahrinde kalma
Tabîb-i hâzıkı Loman'a gel gel
Erit cismin çıkar zubûrlarını
Sadef ol lu'lu-i mercâna gel gel
.....   .....
Dil ile göz kulak kapılarını
Kapayıp sohbet-i cânâna gel gel


Gözünle yasaklara bakma. Kulağınla maleyanı dinleme, gıybet etme, çalgıları dinleme.

Sohbet-i Cânân: Evliyaullah'ın sohbeti. O'nun sohbetine gelirsen, O'nun sohbetini dinleye dinleye cismin zubûrları erir. Bir balı ateşe koyarsanız onun mumu erir. Ateşi görünce eriyen mum çıkınca o zaman sâfi olur.

Bir yağ erimeden onun içindeki maddeler sâfi olmuyor. Sohbet de bizim kötü huylarımızı (zubûrları), 79 kötü ahlakımızı gideriyor. Şeriatta da bunlar gider mi? Gider ama esas önemli olanları gitmez. Bir âlim olur onda da küfür olur. Meselâ bir kimseyle küstüğü zaman barışmak istemez. Bir kimseden eziyet görünce onu affetmek istemez. Haseti az da olsa vardır. Âlimlerde, abidlerde vardır. Ama ne zaman bir evliyaullah'ın sohbetini dinlerse,

Erit cismin çıkar zubûrlarını
Sadef ol  lu'lu-i mercâna gel gel


Sohbet dinlerken sohbet onu öyle yoğurur ki onda daha ham madde bırakmaz. Zubûrları yok eder. O zaman safileşir. "Sâfiye" makamına ulaşır. İnsanlar için en yüksek makam "Sâfiye makamı." Demek ki safileşmiş. Her şeyi atmış, iç aleminden her şeyi çıkarmış, Allah'tan başka birşey kalmamış.

Ama say etmeden olmaz. Allah'ın fazlı, tevhidi say ile. Say eden ulaşıyor. Ama say da bir noktaya kadar. Yolumuzun birçok zahmetli yerlerini uzun mesafelerini, dağlarını, tepelerini aşacaksın. Senin bir sevgilin var oraya ulaşmak için birkaç vasıtaya bineceksin. Karayolunda arabaya bineceksin. Deniz yolunda vapura bineceksin. Dağ yolunu uçakla geçeceksin. Ne oldu? Tamamen yaklaştın kapısına. Ne oldu? Kapı açılmaz, kapının açılmasını bekleyeceksin. Kapının açılması için de bütün say'ını, ilmini, amelini, çalışmanı yok edeceksin. Yok edeceksin ki o kapı açılsın sana. İşte bak, şeriatta bir amel var. Tarîkatta da bir amel var. Tarîkattaki amel şeriattakinin üstüdür, muhafazasıdır. Şeriatın ameli sekiz ayarsa, tarîkatın ameli yirmidört ayar gibidir. Onun için tarîkatı olmayanda ihlas olamaz. İhlas diye bilinen şey yine ihlas değildir. Tarîkattaki ihlasla şeriattaki ihlas değişiyor. Tarîkattaki ihlas meşâyihe teslim olmaktır. Her ameli ona teslim etmektir. Sen O'nun bir aletisin. O seni hareket ettiriyor. Allah'a teslim olduğu gibi bir insan meşâyihe de öyle teslim olacak.

Bize herşey Allah'tan geliyor. Hastalık, iyilik, sefâlar, cefâlar hepsi Allah'tan geliyor. Biz de Allah'tan geldik. Allah'a gitmek için de bir vasıta lâzım. Nedir o vasıta? Meşâyih'tir, Allah'a giden vasıta. Sen şimdi karayolu ile denize ulaştın. Vapura binmezsen denizde yürümen sana ne fayda verecek ki. Gidebilir misin? Seni vapur götürür. Öyle ise;

Sermâye bu yolda hemân
Teslim olup şeyhine inan.


Bütün amellerinle, sıfatlarınla ona teslim ol. O bir vapurdur. Bineceksin vapura o seni götürecek. Vapur denizin vasıtasıdır. Evliyaullah da Allah'ın vasıtasıdır. Allah'tan gelen kulu Allah'a götürüyor.

Allah bize büyük ihsanda bulunmuş. Yoksa bizim iyiliğimizden, bildiğimizden değil. Bu kadar insanlar var. Ne yapıyorlar? Nerden geliyorlar? Nereye gidiyorlar? Ne iş yapıyorlar? Hiç bir şeyden haberleri yok. Hâlbuki insanların çalışmasında da, yemesinde de, giyinmesinde de, yaşamasında da ibadeti var. Aile efradında bir görevleri var. Ama bunlar dünyadan bîhaberler.

Kelâm-ı kibâr:

Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin
Nerden gelip gideceğin anlamayan hayvan imiş.


Ey insan! Sen nerden geldin? Nereye gideceksin? O zaman sen hayvan gibisin. Hayvandan ne farkın var? Allah'tan geldik. Görevimiz O'nu tanımak, O'na şükretmek, O'na itaat etmektir. Bizim kurtuluşumuz ancak fikir, zikir, şükürle.

Şükür: Rabbımıza çok şükredeceğiz. Vermiş olduğu sıhhate, yiyeceklere, nimetlere şükredeceğiz. Bilhassa, Allah bizi müslüman halk etmiş, buna şükredeceğiz. İnsanlar yediğinden, içtiğinden, kullanmış olduğu eşyadan, giyindiği eşyadan sorumludur. Nefesinden sorumludur. Bu sorumluluktan nasıl kurtulacağız? Rabbımıza şükretmekle, Rabbımızı zikretmekle kurtulacağız. Nimetimize de o zaman ulaşacağız. Nimetimiz Allah'a ulaşmaktır. Burada:

Şükür var, Fikir var, Zikir var.

Bir bardak içtiğimiz suya şükredeceğiz. Bir bardak suyu içmediğimiz zaman susuzluktan ölürüz. Bir bardak suyun şükründen aciziz. O hâlde bunca nimetlerin hangi birinin şükrünü edâ edeceğiz. Ama Allah'a olan kulluğumuzu yaparsak, bu nimetlerin şükrünü edâ etmiş oluruz. Bilinen bilinmeyen, görünen görünmeyen birçok nimetler var ki bilemiyoruz; göremiyoruz. Bu nimetlerin şükrü ile mesulüz, sorumluyuz. Bu nimetler bizim için hem şikayetçidir, hem de şefaatçidir. Eğer biz Allah'a kulluğumuzu yaptıysak şikayetçi olmazlar.

"Allah, kulları için sayısız nimetler halketti. Kullarını da kendisi için halketti." Demek ki biz Allah'a kulluğumuzu yaparsak bu nimetlerin hepsi bizim için şefaatçi olurlar.

Bu yediklerimiz, içtiklerimiz hepsi Allah'ı zikreder. Allah'tan gafil olan insanlardır. Allah'tan çok ayık olan insanlar da vardır. İnsanlar Allah'tan ayık olursa bütün nimetler ona hizmet etmiş olur.

Bir nimeti Allah'tan ayık olan bir kul yediği zaman o nimet Allah'a dua ediyor. Yarabbi diyor: "Ben bir nimet idim. Bu kulun beni yedi onu affet." "Çünkü beni yedi, zikrediyor. Sen bunu affet" diyor. Allah da affediyor. Yiyecek bize şefaat etmiş oluyor.

Yediğimiz yemeği gafil yersek o zaman ne oluyor? O yenen nimet diyor ki: "Yarabbi ben bir nûr idim. Bu kulun beni yedi. Zulmete garketti. Seni zikretmiyor. Mutazarrır oluyorum. Benim hakkımı bundan al." Şikayetçi oluyor nimetler, onun için.

Şükür bütün nimetleri artırır. İnancımızı yaşarsak şükrümüzü edâ etmiş oluruz. Onun için bir bardak suya, bir lokma yiyeceğe şükredeceğiz. Madem ki beşeriz. İhtiyacımız var. İhtiyacımızı gidermezsek perişan oluruz. En fazla ihtiyaçlarımız: Yemek, içmek, soğuktan sıcaktan korunmak. Bunlar da nimet değil mi? Her şey için çok şükredeceğiz. "Bir bardak suya bile lâyık değilim. Sen bunu nimet olarak hâlk etmişsin. Bu nimeti bana şefaatçi et. Benden şikayetçi etme" diyeceğiz. "Bu yemeği yedim. Sana şükretmeği, sana zikretmeği nasip et" diye dua etmemiz lâzım.

Bir de fikir sahibi olmamız lâzım. Fikir sahibi olmazsak Allah'a giden doğru yoldan saparız. Allah'a giden doğru yol nedir? Allah'a inanmak. Peygambere inanmaktır. Kitaba ve sünnete inanmayanlar Allah'a giden yoldan sapıyorlar, yanlış yola gidiyorlar. Helâk olup gidiyorlar. Onun  için her sözümüzü düşünerek konuşalım. Rastgele konuşmayalım. Nefisten gelen konuşma, bize yasak olan sözü söyletir. Kitaba-sünnete uymayan şekilde konuşturur. "Tarîk-i müstakîm"den kaydırır.

Allah yolu: Kitap-sünnet yoludur. Evvelâ Peygamber Efendimizin sünnetini işleyelim ki Allah yolunu bulmuş olalım. Resulullah'a yaklaşmak sünnetle oluyor. Sünneti işlersek Allah'a giden yolu bulmuş oluyoruz. Onun bu yolundan kaymamak için her sözümüzü kitaba, sünnete uydurarak konuşacağız. "Bu sözümüz faydalı mıdır? Zararlı mıdır? Kitaba sünnete uyuyor mu? Bu sözümüz şeriatımıza, islamiyetimize aykırı mıdır?" diye düşünelim.

Zikir: Allah'ı unutmamaktır. İnsanlarda ayıklık budur. Ayık olan insan hiçbir tehlikeye, zarara uğramaz. Bunu ne ile elde edeceğiz? Bir insan "Lâ ilâhe illallah" der ama dilindedir. Kalbi ile başka birşeyler düşünüyor. Salâvat getiriyor ama dilinde. Kalbinde başka bir şey düşünüyor. Hâlbuki Cenâb-ı Hak: 

"Biz insanların kalplerine nazar ederiz" buyuruyor. 

"Biz insanların boylarına, soylarına, güzelliklerine, zenginliklerine bakmayız. Ancak kalplerine bakarız" buyuruyor. 

İşte:  zikir nedir, kalbimizi Allah ile meşgul etmektir.

Ne kadar Allah'ı zikredersek o kadar yaklaşırız. Günlük yaşantımız içerisinde gafletimiz mi çok ayıklığımız mı çok. Allah'ı unutuyor muyuz? Unutmuyor muyuz? Bunun sayı'nda, bulunmak lâzım.

Ne zaman ki sen 24 saatini zikirle doldurdunsa, bu sürede hiçbir nefesin boş geçmedi ise, o zaman sen işte ârif oldun.

Bil şeriat emr-ü nehyi bilmek imiş ey gönül
Hem tarîkat râh-ı Hakka gelmek imiş ey gönül
Marifet Hak ile meşgul olmak imiş ey gönül


Şeriat, tarîkat, hakikat, marifet. Marifet en yüksek derece, en yüksek makam. Bir saniye Allah'ı unutmayacak ki o marifet sahibi olsun. Artık kendi varlığı yok oluyor. Allah'ın varlığı onda tecelli ediyor. Bu nimete say'ımızla, şeriatımızla, tarîkatımızla, hakikatımızla, marifete ulaşıyoruz. Allah'a şükür.

Hubb-ü dünya bizi sarhoş eylemiş
Var mı onun gibi rindi gallaş


Kalbimizde dünya muhabbeti olursa bunlara ulaşamayız.

Vücut göstermeyen düşmanlar vardır. Bunlar manevî düşmandır. Bunlar nelerdir?

1- Dünya muhabbeti: Dünyayı sevmek bizi helâk ediyor. Allah'ı hatırlatmıyor.
2- Şeytanın bize vesvese vermesi. O da bizim düşmanımız.

Onun için de bir say'ımız olacak. Gönlümüze gelen birşey şeytandan mıdır? Hak'tan mıdır? Onu nasıl bileceğiz? Gönlümüze gelen birşey hayır ise, amel ise, Allah'ın emri ise o Hak'tandır. Gönlümüze gelen şey Allah'ın yasakları ise, haram ise, şer ise o da şeytandandır. Bunu da bileceğiz. Şeytandan mıdır, Hak'tan mıdır? Hak'tan olanı yapacağız. Şeytandan olanı yapmayacağız.

3- Nefsin arzuları: Bu da nedir? Yine Allah'ın, kitabın yasakladığı arzulardır. Meselâ nedir? Hanımların tesettürü. Allah hanımlara tesettürü emretmiş. Örtünün demiş. Örtünmemiş bir hanım ne oluyor? Şeytan'ın sözünü tutuyor. Örtünen hanım ne yapıyor, Allah'ın emrini tutuyor. Şayet o hanımın bir baskısı varsa, bir devlet baskısı var da açıyorsa, o şer işlemiş olmuyor. Ama nasıl olacak? Devlet memurudur. Daireye gittiği zaman açar. Daireden çıkınca örter.

Veya ev hanımı. Ama beyi vuruyor, kırıyor, dövüyor. Başını açacaksın diyor. O da açarsa eğer mesul olmaz. Çünkü vuruyor, dövüyor. Eğer ayrılması mümkün ise, boşanmak da hak. Fakat bu zamanda bu da çetinleşmiş. Şeriatımıza göre, kitabımıza göre iki şahitle nikâh bağlanıyor. İki şahit yanında da ben istemiyorum dediği zaman hakime, dâvâya, mahkemeye ihtiyaç kalmıyor. Ne kadar kolaylık, Allah'ın emirlerinde ne kadar kolaylık var. Evlenen kimseler birbirlerini istedikleri zaman imamın ve iki şahidin yanında tamam. Nikâh bağlanıyor. Beş dakikanın içerisinde oluyor. Nikâhın bozulması bir anda olur. Hanımdan bozulmaz, erkekten bozulur. Hanım on defa dese ki ben seni istemiyorum. Boşanacağım dese boşanamaz. Ama nikâh akti sırasında şart koşulmuş ise kadın da boşayabilir. Erkek bir defa deseki ben seni istemiyorum. Boşadım dese tamam. Onun için manevî düşmanlarımızı bilelim kendimizi koruyalım. Şeytan'dan korunmak için Allah bize silah vermiştir. Bu da salavat-ı şerife. Besmele-yi şerife. Bir de gönlümüze gelen yasaklar vardır. Onları biliyoruz. Bu yasakların şeytandan yana olduğunu düşünüp işlememek lâzım. Birde nefsimizinin arzularını terketmek lâzım. Büyük düşmanımız da budur. Nefsî isteklerimiz.

Büyük düşmanımız nefs-i emmâre
Takmış kemendini cezb eder nâre


Bir hanım nefsinin arzusu ile başını açıyorsa şeytanın emrine uydu.

Büyük düşmanı olan nefsi kendi arzu etmiş olduğu bu arzuyu işliyorsa onu ateşe götürüyor, nâra götürüyor.

Büyük düşmanımız nefs-i emmâre
Takmış kemendini cezb eder nâre
Cehdet ki bulasın sen sana çâre
Ellerin ayıbını gözleme gardaş


Kimseyi de hor görmemek. Evet sen tesettürünü yapıyorsun, namazını kılıyorsun ama bunu yapmayanları da hor görme. Bilinmez. Belki onunki de zâhirî bir tuzaktır. Çevresine karşı, ailesine karşı. İşte bir de var ki büyük makam sahibi. Beyi hanımının örtünmesine müsaade etmiyor. Haydi gideceğiz beraber. Başın açık gezelim diyor. Eğer gitmese bu sefer ne yapıyor? Dövüyor, vuruyor. Ayrılmaya kalkıyor. Ayrılınca çocukları var. Çocuklar perişan oluyor. Bunlar hep sorun. Şimdi bu zamanda bir hanım kendi arzusu ile başını açarsa ne oldu? Nefsinin arzusuna uydu. Gideceği yer ateştir. Eğer kendi nefsinin arzusu değil de bir mecburiyet karşısında. Devlet memuru. Onu atacaklar dışarı, geçimini sağlayamayacak veya uzun boylu emek vermiş olduğu hizmeti var, ordan ayrılırsa hakkı yanacak. Ne yapar bu şimdi? Daireye gittiği zaman başını açar. Daireden çıktığı an başını örter. Onun ötesinde komşusuna gider örtünûr. Çarşıya gider örtünûr. Ama dairede açar. İşte o zaman mesul olmaz. Çünkü orada bir mecburiyet var. Ama onda da yine bir üzüntüsü olacak. Müteessir olacak.

Demek nefsî arzular böyle. Namaz kılmıyor. Nefsi istemiyor. Nefsine ağır geliyor. Namaz kılmasını kendisi istemiyor. Bu onun için büyük bir zarar. Bu onu ne yapacak? Ateşe götürecek. Allah'ın emirleri var. Yasakları var. Allah'ın yasakları günahlar. Emirleri de ibadetler. Bir insan günahı işlemekle Allah'a isyan etmiş oluyor. Emredilen ameli işlemezse o da isyan etmiş oluyor Allah'a. Bunlar nerden doğuyor? Kendi nefsi arzularımızdan. Başka kimselerden namazı kılma diyen var mı sana? Yok. Başını örtmeyeceksin diyen var mı? Yok. Eğer diyen varsa o başka. Sana kim başını örtme diyor? Onun yanında açarsın, onun haricinde örtersin. Kim senin namazını kılmaya mani oluyor? Onun yanında kılmazsın onun haricinde kılarsın. O senin polisin değil. 24 saat başında beklemeyecek.

Demek ki dört tane manevî düşmanımızdan :

1- Birincisi dünya sevgisi.
2- İkincisi kendi nefsi arzularımız. Gayrı meşru arzular.
3- Üçüncüsü şeytanın bizim aklımıza getirdikleri.
4- Dördüncüsü de günah işleyen, isyan eden arkadaşımız.

Bu kişi kardeşin bile olsa. Akraban dahi olsa. Niçin? Seni dost olarak yasak yerlere götürüyor. Sana günah işletiyor. Şeytandan, cinden kurtulmak kolay. Salavat çekerek, besmele çekerek onlar senden uzaklaşıyor. Hatırına getirince senden uzaklaşıyor. Yasak işlemiyorsun.

Ölümü düşünsek, kabir korkusunu düşünsek dünyayı sevmeyeceğiz. Demek ki biz ölümü düşünmüyoruz. Kabir korkusu çekmiyoruz. Onun için dünyayı seviyoruz. Ahiretten korkan, Allah'tan korkan dünyayı sevemez. Ölümü düşünûrsen, cehennemi düşünûrsen dünyadan soğursun. Bundan da böyle kurtulursun.

Nefsin arzularını da "Bu beni ateşe götürüyor." diye düşünüp terk edebilirsin.

Ama bu yaramaz insandan nasıl kurtulacaksın? Ondan sen kaçacaksın. Bazı insanlar var ki bir çevresi var. İşlemiş olduğu günahı da biliyor ama kurtulamıyor. Bunun kurtuluşu var. O çevreyi, o arkadaşları değiştirmesi lâzım. Değiştirmiyorsa o arkadaşlarından uzaklaşacak. Onlarla gitmeyecek. Mazeret gösterecek. Hastayım diyecek. Şuram ağrıyor, buram ağrıyor diyecek. Bir başka sefer önemli işim var. Bir başka sefer başka birşey söyleyerek onlardan kurtulur. Demek ki imkansız birşey yoktur. Herşeyin bir çaresi vardır.

Bir de insanların kendi alışkanlıkları vardır. Onu da şöyle terk edebilir, parmağını ateşe tutsun.

Bugün parmağı bu ateşe dayanamıyorsa yarın bütün vücudunun yanacağını düşünmeli. Başlangıçta bu alışkanlığı terk etmek zordur. Ama iki gün, üç gün, bir hafta çalışmalı, atmalıdır kusuru. Bir de alışmamış olduğu birşeye alışması çetindir. Bu başlangıçtadır. Bir, iki, üç gün derken bir hafta sonra ona da alışır. O da biter. Meselâ başörtüsü. Evet örtmemiş başını, alışmamış. Ama cihat yapacaksın. Allah'tan korkarak çalışacaksın. Bir müddet zahmetini çekersin, sonra alışırsın zahmeti bitti.

Cenâb-ı Hak her kârı, her zararı insanların sayına bırakmış. Maddî-manevî, zâhir-bâtın zararları bırakmış bize. Ama maddi zararları biz kendi sayımızla yapmıyoruz. Bütün say'ımızı kâr için sarfediyoruz. Zarar Allah'tan geliyor. Ama bu neyin zararı? İnananlar için bu insanlar burada olsun olmasın. Böyle. Manevî zararları insanlar bile bile işliyorlar. Bu zararı göremiyorlar. Ama bir gün karşısına çıkacak bu zarar o insanların. Onun için

 "İnsanlar hüsrandadır." (Asr Suresi 2. ayet) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Bu zarar amelsizlik. Âhiret zararı bu zarar. Dünya zararı değil. Dünya zararı bizim için kârdır.

Dünya zararı âhiret kârını kazandırır. Buna sabredersek âhiret için kâr oluyor. Ama esas zarar âhiret zararıdır. Bunu her inanan biliyor. Bile bile işliyor. Göremiyorlar. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

"İnsanlar zarardadır. İnsanlar uykudadır. O zararı göremezler. Ölünce ayılırlar. Ölünce o zarar onların karşısına çıkar."

İşlediğin günahlar ölünce karşına çıkacak. Daha ondan kaçamazsın. Yüz çeviremezsin.

Bu garip illerde kalma avâre
Can bedende iken kıl buna çâre.


Sen bu dünyaya ahireti kazanmak için geldin. Avâre kalma. Sağ iken, hayatta iken bunun çaresine bak.

Isırdırlar seni çok semm-i mâre.

Mâr: Yılan. Yılanlar ısıracaklar. Nerde? Kabirde. Seni kabirde yılanlar ısıracak. Gözlerinden yaş yerine kan akıtsan kurtulamazsın.

Peygamber Efendimiz'in de haber verdiği gibi kabir azabı vardır. Kabir azabı ne ile olacak? Yılanlarla. Ateşten yılanlar sarılacak, yiyecek, insanı ısıracak. Kabir hayatına inanıyoruz. Ama hayal gibi geliyor. Bunu rûhumuz görecek. Herkes rüya görüyor mu? Görüyor. Bazan da korkunç rüya görünce hastalanıyor. Gördüğü korkunç rüyadan dolayı bir dert sahibi oluyor. Ancak uyanınca o rüyadan kurtuluyor.

Tıpkı dünya hayatı da âhiret hayatına karşı bir rüyadır. Rüyayı gördü uyandı. Şükretti rüyaymış dedi. Dünyadan insanlar âhirete gidince, yapmış olduğu günahların cezasını orda çekecek. Bu hakikattir. Dünyada yapmış olduğu ibadetin ve amellerin de mükâfatını orda görecek. Dünya hayatına önem vermeyeceğiz. Ancak dünyada açlık, çıplaklık bir ihtiyaçtır. Bu düşünülecek. Bu yerini bulacak. Açlık çıplaklık giderilmezse sağlığımız olmaz. Sağlığımız olmazsa amel işleyemeyiz. Öyleyse ihtiyaçlarımızı gidermek için de çalışmak lâzım.

Ne buyurulmuş:

Hevayı hevesten ayık olmadım
Asla bir amele fâik olmadım
Esrâr-ı pirime lâyık olmadım.


Pirimizin esrarlarına lâyık olmak için hevâyı heveslerden geçeceğiz. Yani boş arzulardan. Dünya arzuları boştur.

Bırak bu masiva ile hevâyı
Pirî Sami gibi bul rehnümâyı
Delil eyle o zâtı evliyâyı
Bu berzah alemini geçmek dilersen
Bekâ gülşanına göçmek dilersen.


Berzah âlemi: Dünya         Bekâ gülşanı: Ahiret

Peygamber Efendimiz buyurmuyor mu? "Dünya müminin zindanıdır." Ama dünyayı sevenlere zindan değildir. Sevmeyenlere zindandır. Buradan kurtulmak istiyorsa ve kurtulamıyorsa, kurtaran birisini bulacak. Bir evliyayı delil eyleyecek. İnsan bir karanlıkta kalınca ne taraftan çıkacağını bilemez. Birisi gel elimi tut dese hemen ona yapışır.

İşte bu berzahtan kurtulmak için delil eyle o zatı evliyayı. Bir evliyaullahın elinden tuttuğumuz gibi, peşinden gideceğiz.
 


[ Tasavvuf Sohbetleri 2 ]