[ Tasavvuf Sohbetleri 1 ]




 




"İlim bildirir amel yakınlaştırır, İhlas kazandırır. İhlası veran Allah'tır."


124 bin peygamber gelmiş geçmiş. İmâm-ı Azam'ın belirttiği gibi kitap, sünnet, icma, kıyas. Kıyâs-ı fukaha ile 124 bin peygamberin gelip geçtiğini bize bildiriyorlar.

Hz. Âdem'in 10 bin senelik bir devri var. Dünyanın 70 bin sene ömrü varmış. 7 kavim gelmiş geçmiş. En son Hz. Adem. 124 bin peygamber gelmiş geçmiş. Demek ki Peygamber Efendimiz ile Hz. İsa Aleyhisselam arasındaki süre içinde 600 küsur sene hiç peygamber gelmemiş. Ama  ondan evvel Ben-i İsrail peygamberleri sık sık gelmişler, teker teker gelmişler. 3'ü 5'i bir arada olmuşlar. İşte Hz. Musa peygamber, Harun Aleyhisselam, Şuayb Aleyhisselam. Çünkü Musa Kelîmullah'da Şuayb'ten kalma. O da peygamber. Bunların hepsi Allah tarafından gönderilmiş. Halkı dalaletten kurtarmak için, halkı irşat için. Halkı Hakk'a yöneltmek için. Görevleri bu.

Onun için sormuşlar:

- "Ya Kelîmullah, bu asırda senden daha âlim kimse var mı?"

- "Bu asırda Tevrat'tan daha âlim kimse olamaz. Tevrat indi diye önceki kitapların hükmü ortadan kaldırıldı. Tevrat da bana indi bu da haktır."


Böyle deyince, bir ateşe suyu dökünce nasıl sönerse, gönlünde Tevrat'a olan sevgisi gitmiş. Peygamberlerde zelle olmuştur. Musa Kelîmullah'ın öyle demesi Cenâb-ı Hakk'a karşı bir noksanlık oldu. Cenâb-ı Hakk da O'nu Hızır Aleyhisselam'a gönderdi. Mesela: İbrahim Aleyhisselam efendimiz üç gün üst üste oruç tutmuş. Misafirsiz olunca açmıyor orucunu. Misafirsiz yemek yemiyor, su içmiyor. Üç gün misafir gelmemiş. O da üç gün yemek yememiş, ne de bir şey içmiş. Oruç tutmuş ve de gönlüne gelmiş.

- "Benim gibi var mı? Üç gündür oruç tutuyorum." demiş.

Cenâb-ı Hakk demiş ki:

- "Ya İbrâhim git sahile doğru da hikmetlerimi gör."

Sahile doğru iniyor. Çöller.. Çölde insan değil, canlı bir şey yok. Tek âbid'i görüyor. Âbid orada ibadet yapıyor. Yiyeceği yok. İçeceği yok. Âbid'i görünce selam veriyor. Âbid:

- "Aleykümselam." diyerek secdeye kapanıyor.

- "Rabbim ihsanına şükrolsun. Rabbim ihsanına şükrolsun ki bana iftarımın gününde ihsan gönderdi." diyor.

İbrâhim Aleyhisselam soruyor :

- "Sen kaç gündür oruç tutuyorsun?"

- "Bir aydır oruç tutuyorum." diyor. Aydan aya orucumu açarım diyor.

İbrâhim Aleyhisselam o zaman öyle teaccübe varıyor ki, öyle mahcubiyet duyuyor ki.. Ben üç gün oruç tuttum da benim gibi var mı diye âlem yaptım zannettim. Âbid bir dua ediyor. Gaipten bir sofra geliyor. Beraber yiyorlar. Şükrediyorlar, sohbet ediyorlar. Ayrılacağı zaman:

- "Senden daha büyük bir âbid biliyor musun?" diyor.

- "Var. Bu yoldan gideceksin. Bu çölde sana bir âbid rastlar. Üç gün, beş gün gideceksin. O benden çok üstündür. O 60 günde bir iftar eder." demiş.

O âbid'i de gide gide buluyor. O da karşılaşınca secdeye kapanıyor. Allah'a dua, şükrediyor.

- "Allah'ım bu günümde bana ihsan gönderdin." diyor.

İbrâhim Aleyhisselam soruyor:

- "Ey Abid kaç gündür oruç tutuyorsun sen?"

O da:

- "60 gün." diye cevap verince İbrahim Aleyhisselam çok üzülüyor. Teaccübe kapılıyor.

Eğer insan ibadetten gurur duyarsa, yaptım diye düşünürse o da kıymetli değil. Ameli güzel işle. İşlememiş gibi bil. O amel bir emniyet veriyorsa, makbul değil.

Neyse ikisi bir açıyorlar oruçlarını.

- "60 gündür oruçluydum." diyor.

Oradaki bir ahuya işaret ediyor. Sofraları geliyor. Yiyorlar içiyorlar. Geyik büryan oluyor. Sonra sabah oluyor.

Âbid'e:

- "Senden daha üstün, daha yüksek amel işleyen bir âbid var mı?" diye soruyor. O:

- "Deniz kıyısına kadar ineceksin orada bir âbid var, o orucunu 90 günde açıyor." diyor.

Gidip onu da buluyor. O da selamını alınca, o da secdeye kapanıyor.

"Rabbimin ihsanına çok şükür ki bugün iftarımın gününde bana bir kulunu misafir gönderdi." diyor.

Oruçlarını açacakları zaman âbid yanında duran asasını alıyor. Oradaki yalçın bir taşa vuruyor. Nasıl vuruyorsa oralar hemen yeşeriyor. Meyvalar oluşuyor. Yemekler oluyor. Yiyorlar sonra sohbet ediyorlar. Âbid:

-"Şu derenin ortasında bir ada var. O adada benim bir hizmetim var. Bana müsaade edeceksin onu görüp geleceğim" diyor.

Âbid'in bir seccadesi varmış atıyor denizin üzerine kayıp gidiyor. İbrahim Aleyhisselam'da postunu atıyor, onun arkasından "Ya Allah! Bismillah" deyip o da denize dalıyor ve yüzüyor. Halbuki o âbid İbrahim Aleyhisselamın şeriatını yaşıyor. Ama onu görmemiş. Âbid bakıyor ki suya batmadan geliyor. Bu yetişkin insan kim diye şaşırıyor.

Adaya çıkıyorlar. Adada çok azametli bir aslan varmış. İnsanları diri diri yutacak kadar güçlü. Âbid diyor ki:

- "Bu aslan buranın bekçisi. Benden gayrısını buruya koymaz" diyor.

İbrahim Aleyhisselam yola devam ediyor. Aslan bir kışkırıyor. İbrahim Aleyhisselam:

- "Dur!" diyor.

Nübüvvetini gösteriyor. O zaman aslan sahibine yaltaklanır gibi yaltaklanıyor. Bu durum karşısında âbid'in teaccübü artıyor:

- "Bu aslan buraya benden başkasını koymazdı" diyor.

Neyse gidiyorlar. İbadet ne ise yapıp geliyorlar, ayrılacaklar. Âbid'e diyor ki:

- "Bana dua et."

Abid öyle ağlıyor ki, hıçkıra hıçkıra ağlıyor.

- "Niye ağlıyorsun?" diyor.

- "Sen benden dua istiyorsun. Benim kırk senelik bir arzum var. Rabbimden istiyorum da vermiyor" diyor.

- "Nedir bu arzun?" diye soruyor.

- "Kırk sene evvel ben bu adadan, bu karaya girerken denizde bir oğlan çocuğu gördüm. O gördüğüm yüzün etkisindeyim. O kadar güzeldi ki bir türlü unutamıyorum. Suyun yüzüne çıkan o yüzün o görünüşünü bir türlü unutamıyorum. O gördüğüm yüze bakamadım. Gözlerim kamaştı" diyor. Ben bu çocuğa sordum:

- "Sen kimsin?"

- " Ben Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu İsmail'im dedi. O zamandan beri buna âşık oldum."  (Bak işte bunlar râbıta)

- "Yarabbi diyorum. Bu İbrahim Aleyhisselam ne kadar güzeldi ki oğlu bana bu kadar güzel göründü diye düşünüyorum" diyor. "Ne kadar güzel onu da bir göreyim" diyor.

Kırk senedir o hayali çekiyor. Kırk sene sonra İbrâhim Aleyhisselam'ı görüyor. O sevgiye ulaşıyor.

Peki Musa Kelîmullah ne oluyor? "Tevrat bana geldi. Ondan üstün kitap yoktur" deyince Allah ondan ateşe suyun döküldüğü gibi Tevrat'ın aşkını alıyor. Bir daha Tevrat okumak istemiyor. Eline almak istemiyor. O zaman Allah'a yalvarıyor.

- "Ne olur benden Tevrat'ın aşkını aldın. İçimde bir aşk var onu bana ver." diyor.

Allah-u Tealâ diyor ki:

- "Ya Kelîmullah! Sen dedin ki, "Benden daha âlim kimse olamaz." Bizim öyle kullarımız var ki biz onlara kendi ilmimizden ilim vermişiz. Sen hiç bilmiyorsun."

O da:

- "Yarabbi! O ilmi de ihsan et bana" diye dua etti.

O zaman Cenâb-ı Hakk, Hızır Aleyhisselam'a gönderdi Musa'yı. Nerde buluşacağını, nasıl buluşacağını, işaretler ne, neler olacak? Hatta Cenâb-ı Hakk emrediyor. Halasının oğlu
"Yuşa'yı arkadaş olarak al" diyor. Bir de diyor ki:

- "Azığının içerisinde muhakkak kızarmış balık bulunsun. Yolculuğunuz deniz kenarında olacak. Her acıktığınız yerde çantanızı açın. O pişmiş balık nerde canlanır, deryaya dalarsa orda buluşacaksınız" diyor.

Cenâb-ı Hakk'ın böyle emirleri üzerine Hızır Aleyhisselam'ı buluyor. Onunla deryalarda yolculuk yapıyor. Köyleri, kasabaları geçiyorlar. Hızır Aleyhisselam'ın zâhirdeki yaptığı işler Musa Kelimullah'a ters geliyor. Bakıyor ki hep suç işledikleri... Cinayet, vapuru delmesi. Vapuru kırıyor. Kendileri de içinde. Bir hayli insan var içinde. Sen bu gemiyi niye deliyorsun diye Musa Kelimullah karşı çıkıyor.

Ama yalnız Hızır Aleyhisselam'ı buldukları zaman. Pişmiş balık dirildi. Denize gitti. Orada buldu nurlu bir insan. Hızır Aleyhisselam sanki bir kumandanmış gibi. Musa Kelimullah onun yanına öyle bir gitti ki yakasını toparlayarak gitti. Ve ondan müsaade almadan selam da vermedi.

- "Efendim, bizim Tevrat'ta selam farzdır. Sizin şeriatınız da da varmıdır selam?"

- "Vardır." Selamlaştılar.

- "Beni Cenâb-ı Hakk size gönderdi bir ilim varmış onu öğreteceksiniz" dedi.

- "Sen öğrenemezsin."

- "Niçin?"

- "Benim işlerim sana hep ters gelir. Sen benimle arkadaşlık edemezsin. Benden öğrenmen için benimle bir zaman arkadaşlık etmen lâzım. Fakat benim işlerime sabredemezsin"
dedi.

- "Ederim" dedi. Şartlaştılar.

- "Benim hiç bir işime karışmayacaksın. Ne yaparsam karışmayacaksın. Karıştığın müddetçe ayrılırız." Ama karıştı.

- "Niye deliyorsun bu gemiyi?" dedi.

Çocuk öldürdü ise:

- "Bu çocuğu niye öldürdün?" dedi.

Bir duvar yaptı ise:

- "Sen bu duvarı niye yaptın?" dedi.

- "Gemiyi niçin deldin?"

Cenâb-ı Hakk bildirmiş ki:

- "Ey kulum bu gemiyi del ki içerisinde bana itaat eden has kullarım var. Eğer gemi karaya çıkarsa orada bir zâlim padişah var, o onlara kötülük edecek."

Kimlerin elinde şahsî gemileri varsa ellerinden çekip alıyormuş. Eğer kırmasaymış gemiyi, padişah alacakmış elinden. Onun için bildiriyor ki gemi arızalı görünsün de padişah ellerinden almasın.

Hakikaten karaya uğradılar. Arızalı olduğu için padişah gemiyi almadı. Onlar da arızayı onarıp, yollarına devam ettiler. Bunu Hz. Musa'ya izah edince hakikaten Hz. Musa bakıyor ki, gemiyi kırarken suç göründü ama büyük bir tehlikeyi atlatmış. Çocuğu öldürmek ona suç göründü. Duvarı yaptı. Duvarı yapmak ona zor geldi.

-"Bu köyün insanları bizi aç bıraktı." diyor. Ama yağıştan ve rutubetten o köyü kurtarmış oluyorlar.

Onun için zâhir ilmi var. Bâtın ilmi var. Bâtın ilmi ise insanların kalbinde yazılı. Bunlar Kelâm-ı kibârda vardır.

"Sebul-Mesânî"dir yüzü nutk-u Mesîhâ'dır sözü

Fatiha suresi okuyanın gönlü fetholur. Gönlünde Allah'tan başka arzu kalmaz.

Evliyaullahın kelâmları, sözleri nefesleri bizim için mülktür.

Hadis-i Şerîf var:

"Benim ümmetimin velileri Ben-i İsrail'in Peygamberleri derecesindedir."

Hz. İsa sözleri ve nefesi ile ölüleri diriltmiş. Kalk dediği zaman diriliyor. Hz. İsa Benî İsrail peygamberlerinden, Ümmet-i Muhammed'in velileri de onun derecesinde. O Peygamber. Peygamberin mucizeleri aşikâr oldu. Velilerin ki kerâmetle. Kerâmet gizli kalır. Evliyaullahlar kerâmetleri ancak emirle işlerler. Emirlerini kim verir? Resulullah Efendimiz verir.

Kerâmet deyince: Bir tasarruf vardır. Bir de kerâmet vardır. Kerâmet insanların gözü ile gördükleri şey. Beşeriyetin gücü ile yapamadıklarını Evliyaullah kerâmeti ile yapar. Allah'a itaatını yapan insanlarda kerâmet vardır. Meşâyih olmak gerekmez.

Meşâyih için tasarruf önemli. Yüz bin kerâmet olsaydı da Şems gösterseydi. Mevlânâ yine ayılmazdı. Şems tasarruf etti, kendi velâyetine aldı Mevlânâ'yı. İstemediği hareketleri yaptırdı. Mevlânâ yapmıyor. Bir alet o. Hareketleri Şems yaptırıyor. Tasarruf bu.

Nuru Muhammed'dir özü

Demek: Evliyaullah Peygamber Efendimizin nurunu taşıyor. Peygamber Efendimizin nuru dünyadan çekilmemiştir.

Murâdın teşrif miractan vücudu âlemin gezdin
Zemin ü âsûmânın nuru sensin yâ Resûlallah

...

Hitab-ı "kün fekan" erdi zuhura geldi akl-ı küll
Feleklere gulgule düştü kamu esmâda yangın var

...

Saadet burcunun sultanı sensin yâ Resûlallah
Kamu dertlilerin dermânı sensin yâ Resûlallah


Dahi hem âlem-i amâda iken cümle esmâlar
Zuhûr-u âlem-i ayânı sensin yâ Resulallah


Âlem-i Amâ: Görünmeyen bir âlemde, gaipteydiler.

Cenâb-ı Hakk:

" Bütün eşyaları habibim senin için halk ettim." diyor. Bütün eşyalar esmâdır. Seni halk ettim sonra senin için bu esmâları halk ettim diyor.

Dahi hem âlem-i amâda iken cümle esmâlar.

Eşyalarda isim var. Bitkilerde isim var. İnsanlarda da isim var. Cemâdâtta da isim var. Meleklerde de isim var. Cinlerde de isim var. Bunlar yok iken var oldu. Veya Cenâb-ı Hakk'ın binbir ismi onlara bildirildi. Cenâb-ı Allah buyuruyor ki:

"Biz insanları, cinleri halk ettik ki bizi mabut bilsinler."

"Küntü kenzen mahviyyen." diye fermanı var.

Burada da, biz gizli hazine idik. İnsanları cinleri halk ettik ki bizi bilsinler. Gizli hazine idik aşikâr olmak için, insanları cinleri halk ettik. Ancak insanlar ilimleri ve amelleri ile Cenâb-ı Hakk'ın esmâ nuruna ulaşıyorlar. İsimlerin sırrına, zâtının nuruna mazhar olamıyorlar.

Dahi hem âlem-i amâda iken cümle esmâlar,
Zuhûr-u âlem-i ayânı sensin yâ Resûlallah.


Bütün bu  yok olanların  zuhûra gelmesine var olmasına sebep sensin.

Zuhârâtın mukaddemdir melâik ins ü cinden hem
Dü âlemde Ebû'l-ervah ki sensin yâ Resûlallah.  


Bu âlemde de öbür âlemde de Ebû'l-ervah sensin. İki âlemde de sensin. Niye ? Dünyada Peygamber Efendimize ümmet olmak, O'nun şefaatini kazandırıyor. O'na inanmak, O'nun sünnetini işlemek. Peygamber Efendimiz buyuruyor:

"Benim evladım benim peşimden gelendir. Sülbümden gelen değildir."

Her kim ki kitabı sünneti yaşıyorsa Peygamber Efendimizin evladıdır. Ahirette de şefaat edecek. Şefaat etmezse kurtulamayacağız.

Murâdın teşrif miractan vücudu âlemin gezdin
Zemin ü âsûmânın nuru sensin yâ Resûlallah


Zemin: Yer, dünya.  Âsumân: Gökler.

Eğer göklerde Peygamber Efendimizin nuru kesilse, güneş ziyasını vermez. Yerden eğer Peygamber Efendimizin nuru kesilse hiç bir ot bitmez. Hiç bir şey de hayat olmaz.

Burada şimdi esrarları var. Sırları var. Miraca teşrif etmekte maksadın, vücudu âlemin gezdin.

Peygamber Efendimizin miracı ikidir.

1. Ruhun Miracı ile Cenâb-ı Hakk'ın ne kadar varlığı var ise güneş, ay, yıldızlar onları kalbinde seyretti.

2. Cisminin Miracı ile göklere yükseldi.

Yerler ile gökler iddia ettiler. Gökler yüksek olmakla kendilerini iyi görmüşler:

-"Biz daha şerefliyiz" demişler.

Yerler de demiş ki:

-"Yüksek olmakta ne var? Allah'a itaat eden bütün insanlar bende yaşıyor. benim üstümde geziyorlar. Ben onları büyütüyorum".

Bil neden oldu bu yerin adı yer
Kim meğer üstâdı yer şakirdi yer
...

Doğurur kendisi besler yine sonra seni yer
Sana bir zehr içirir sanma ki yarası geçer  




[ Tasavvuf Sohbetleri 1 ]